Makalenin başlığı okuyucuya şaşırtıcı
gelebilir : gerçekten de ruhsal yaşamın
başlangıcından sözetmek mümkün müdür ? Tanrı’da
yaşam ne zaman başlar ? Nasıl ki Eski Ahit,
baştan beri ‘Müjde’yi hazırlamaktaydı ve
Müjde « insanların yüreklerine
yazılmıştı » (1), aynı şekilde, ruhumuzun
derinliklerinde bir yeraltı su kaynağı gibi
fışkırmayı bekleyen, Antakyalı Aziz İgnatios’un
tanımladığı bu « yaşam suyu » vardı. Eğer
ruhsal yaşamın başlangıcından sözetmek mümkünse,
bu, Tanrı’ya daha büyük bir bilinçle
yaklaştığımız andır. Sözkonusu yaklaşma,
tanrısal bir armağan, neredeyse bir kayradır
(2) ; kişinin kendisini güven içinde Tanrı’ya
bırakmasıyla kök salar.
Herşeyden önemli olan bu kendini bırakma
tutumunun birkaç özelliğini alçakgönüllülükle
hissetmeye çalışalım. Hemen belirtmek gerekir
ki bu tutum bir ahlâk kuralı olmaktan çok,
tanrısal yaşamın içimizde çiçek vermesine müsait
bir ruh hâlidir.
Ortodoks litürgiyası (3) ışıklı ilâhileriyle
bizleri, kaygılarımızı Tanrı’ya emanet ve
« dünyanın tüm tasalarını bir yana bırakmaya »
teşvik eder. Sevdiklerimizle, ailevî, meslekî
ya da hattâ ruhsal problemlerimiz bile sözkonusu
olsun, hepsini, vicdanımızın sunağında Tanrı’ya
kurban etmeliyiz ki içimizde Onun Ruhuna belli
bir yer açabilelim. Dünyevî bedenin egemenliği
daha nefse düşkünlük yükü hâline gelmeden önce
bile duygularımızın, düşüncelerimizin,
tasarılarımızın yahut bunların da ötesinde,
anılarımızın karmaşık ve birbirinden
ayırdedilmesi imkânsız bir yumağını oluşturur.
Bütün bunlar elbette ki tek başlarına kötü
şeyler değildir ama görüşümüzün berraklığına
engeldir. Onun için, önce tamamen kabuğundan
sıyrılmayı (4), herşeyi unutmayı, kısaca,
Abba Makarios’un (5) sıkça hatırlattığı gibi
görmeyi öğrenmek gerekir zira kabuğundan
sıyrılan insan gizemli bir şekilde Tanrı’yı
keşfeder.
Böylece, ilk aşamada, tasaların oluşturduğu
kalın kabuğun, Aziz Pavlus’un o kadar önem
verdiği yeniden doğuşumuzu engellediği görülür ;
bu kalın kabuk bizi kendi kendimizin dış
yüzeyinde, yüreğimizde yazılı ilâhî sırdan uzak
tutar (6). « Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü
bir anlık [ya da “boyunu bir arşın”]
uzatabilir » (7).
Bu kabuk çıktığında yeni bir zorluk belirmeye
başlar zira kaygılarımızı sürekli Tanrı’ya
bırakmayı öğrendiğimiz andan itibaren, süratle
kendi ruhsal yaşamımızın mimarı olmaya başlarız.
Herşey başka bir düzeyde yeniden başlar, durmak
gerektiğinde en zor olan mücadele etmek değil,
her türlü mücadeleye son verebilmektir. Oruç
tutmak olsun, kişisel bir dua kuralı izlemek
olsun, vicdan sağlığımız için bazı müjde
kurallarına uymak olsun... bütün bunlar, ilâhî
ateşin yanında samandan başka bir şey değildir.
Şunu anlamamız gerekir ki tüm bunlar bir araç,
amaç ise kendini Tanrı’ya feda etmektir. Tanrı
bizden yüreğimizin ateşli olmasını ister,
fazlasını değil. « Öğretimizin son noktası
Göklerin Krallığıdır... amacımız yürek saflığına
ulaşmaktır » der gayet haklı olarak Marsilyalı
Aziz Yuhanna Cassianus [Saint Cassien] (8).
Yakup Tanrı ile sabaha kadar güreşti. Sonunda
yaralandı ama rakibinin ilâhlığını kabul ettiği
için hayırduasını aldı. Bu, büyük ölçüde
ruhtaki yaşantımızın resmidir. Çok sıklıkla,
değişeceğimizi sanarak Tanrı ile mücadele
ederiz. Bir tür mistik eylemciliktir bu da ;
« iç gözümüzün » çevresini kabuk gibi sarar ve
kendimizi görmemize engel olur. Kendimizi
göremeyince Tanrı’yı da temaşa edemeyiz oysa.
Gerçekten de nasıl güneş gözümüzün dünyayı
görmesini mümkün kılıyorsa, Tanrı da vicdanımıza
lûtfettiği aydınlıkla, vicdanımızın kendi
gerçeğinde kendisini bulmasına imkân verir.
Böylece, akarsuyun akıntısına ters yönde yüzen
alabalık gibi, İlâhî Varlıktan yansımalar
hâlinde saçılan pırıltıları pez az da olsa
görebiliriz.
Bu ikinci hareket bizi kendi kendimizin « ruhsal
yaşam » kaynağı hâline gelmemiz tehlikesine
karşı uyarır. Bu tür bir içine kapanıklık,
bilinmeyen şeyler ve yenilik karşısında korku
yaratır ve Tanrı iradesi karşısında kapatır.
Aslında, bu « beşerî » bir korkudur, kuşkusuz
« gayet beşerî » bir korkudur zira Tanrı’nın
iradesi bir uçurumdur. Uçurumdur ama şunu da
unutmayalım : bu uçurum « müsamaha dolu bir
uçurumdur ».
Kervanın yönetimini Tanrı’nın eline bırakma
korkusu bize çöldeki korkuyu duyurur ve kendi
istediğimiz yöne gitmek gibi acıklı bir karar
alırız... sonra da kendimizi çölün
sonsuzluğundaki serapların arasında buluruz.
Kabuğu tedavi için kullanılacak pomat pek de hoş
değildir çünki bu defa, Tanrı iradesinin sonsuz
derinliğini kabul etmemiz ve bu derinliğin
yarattığı baş dönmesini bilerek ve isteyerek
göğüslememiz gerekecektir. Gerçi Tanrı, yolun
sonunda sadece bizim iyiliğimizi istemektedir
ama yolda nelerle karşılaşacağımızı bilmiyoruz,
duyduğumuz korkunun sebebi de budur. Çare, bir
tür « imkânsızlık stratejisi » (9) benimsemek ve
kendimizi ilâhî terbiyeciye güvenle teslim
etmektir ki, bu da gerçekten bazen « yüzme
öğrenmek için girdaba atlamaya » benzer (10).
« Yol, imkânsız değildir ama imkânsız, yolumuz
olmalıdır » (11).
Yapmaya çalıştığımız bu fikir yürütmenin üçüncü
unsuru ise bu aşamada kendini, biraz da
gülümseyerek « mistik bir aylâklık » diye
adlandırabileceğimiz hâle kaptırmamaktır.
Huzurlu olmak gevşemeyi gerektirmez.
Vicdanımızı hafiflettiğimizde ve kendimizi
nipsis içinde (12) Tanrı’nın yeniliğine
hazırladığımızda, bir tür sükûnet, “herşeyi
Tanrı’dan bekleme” hâli yolumuzu gözlemeye
başlar. Oysa, herşeyi Tanrı’dan beklemek,
gayretten vazgeçmek anlamına gelmez. Herşeyi
Tanrı’dan beklemek, bu bekleyişin gerektirdiği
gayretle Onun lûtfunu aramaktır. Aradığımız
Kutsal Kâse Tanrı’nın isteğidir ; bulunması
dirayet ve basiret, ayırdetmeyi bilme, temyiz
gücü ister : «... Batıda bir bulutun
yükseldiğini görünce siz hemen “sağanak geliyor”
diyorsunuz, ve öyle oluyor. Yelin güneyden
estiğini görünce “çok sıcak olacak” diyorsunuz,
ve öyle oluyor. Sizi ikiyüzlüler ! Yeryüzünün
ve gökyüzünün görünümünden bir anlam
çıkarabiliyorsunuz da, şimdiki vaktin anlamını
nasıl oluyor da çıkaramıyorsunuz ? » (13).
Demek ki şunu saptamalıyız : ruhsal gıdamızı
kendi kendimize sağlamaktan uzak durarak ve
gevşemeden, yolumuzun üzerinde bulunan ve yaşam
suyu olan ‘Söz’ü bol bol sağlayan kaynakları
ayırdedebilmemiz gereklidir.
Konumuzu özetleyen bir çöl özdeyişi vardır :
« Kanını ver ve Ruh’u al ! » Zira kendimizi
tümüyle, kanımız da dahil adamış bile olsak yine
de herşeyi Tanrı’dan beklemek durumundayız.
Kendimizi böylesine Tanrı’ya bıraktığımızda, O
da bize Yaşamının berraklığını, Kutsal Ruh’u
verecektir.
Bitirmeden önce son bir hususu, en önemlisini de
belirtelim : açıklamaya çalıştığımız tutum, yani
kendini tümüyle Tanrı’ya teslim etmek, bugünden
yarına, sonsuza dek ulaşılabilecek bir durum
değildir ; edinilmesi, « yüzlerce, binlerce defa
tezgâha yatırılarak geliştirilmesi gereken bir
otomatizmadır » (14).
O zaman ve ancak o zaman, Mesih’te büyüme,
sadece yeni limanlara doğru yola çıkmaktan çok,
yaşlandıkça zengin bir tad kazanan bir şarabın
gittikçe olgunlaşmasına benzetilebilecek bir
gelişme yolunda bir dizi çığ (15) gibi başlar.
Tanrı Annesinin Uyuması Manastırı (Monastère de
la Dormition de la Mère de Dieu ¯F¯ 015140 La
Faurie) tarafından altı ayda bir yayınlanan "Discernement
:
ÄéÜêñéóéò"
dergisinin 1. sayısından yapılan alıntılardan
oluşturulmuştur.
NOTLAR
01 – Bkz. Bu konudaki peygamberlik yazıları.
02 – Ortodoks ilâhiyatında kayra, İncil’deki
anlamıyla, meyva vermesi sağlanmak gereken bir
« yetenek » olarak anlaşılır.
03 – Daha belirgin olarak, 6. yüzyılda
Iustinianos (Jüstinien) tarafından liturgiyaya
dahil edilen keruvim ilâhîsi : kerubikon.
04 – S. Weil’in pek sevdiği tema.
05 - «Pseudo-Makarios», ruhsal vaazlar.
06 – Bilindiği gibi, çöldeki pederlerin mistik
düşüncesinde, “kalb” dendiğinde, aradaki
yakınlığa rağmen, dolaşımı sağlayan organdan
ziyade, içimizdeki ruhsal bölge : yürek
anlaşılmalıdır.
07 – Matta, 6 : 27.
08 – Bu konuda özellikle Konferansları referans
alınmalıdır.
09 – Estonya metropoliti Monsenyör Stefan.
10 – Henri Michaux’nun şiir derlemelerinden
birinin başlığı.
11 – P. Evdokimov, Les âges de la vie
spirituelle [Ruhsal yaşamdaki yaşlar].
12 – Nipsis, aynı zamanda âsude ve uyanık
yaşam anlamına gelen asketik yaşam tarzının
bir erdemidir.
13 – Bkz. 12, 54-56.
14 – Boileau, Art poétique [Şiir Sanatı].
15 – Gerek Nevşehirli Aziz Grigorios’un çeşitli
eserlerinde, özellikle ‘Musa’nın Yaşamı’nda,
gerekse öbür Grigorios’un (Nenizili
¯Nazianzus’lu Grigorios) ilâhiyata ilişkin
konuşmalarında ustalıkla geliştirdikleri
konsept. Bu konseptte bir paradoks olduğu da
savunulabilir : Tanrı’da büyümenin sürekliliği,
duraksama ve yeniden başlamalar, dolayısiyle
kesintiler de içerir.